11 Ağustos 2013 Pazar

Jean Jacques Rousseau ve Toplum Sözleşmesinde Egemenlik

Jean Jacques Rousseau ve Toplum Sözleşmesinde Egemenlik
Düşünce tarihine bakıldığında etki alam oldukça geniş olan ve köklü değişimlere kaynaklık ettiğini gözlemlediğimiz önemli bazı düşünürler vardır. Bu düşünürler, yaşadıkları döneme ya da çağa damgasını vurmuş ve adeta varlıklarıyla o dönemin simge şahsiyetleri olma unvanım kazanmışlardır. Ünlü düşünür Jean-Jacques Rousseau da söz konusu ettiğimiz etkileşimi ve değişimi gerçekleştiren bu düşünürlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun özellikle siyasal düşünceleri ve yaklaşımları yeni bir ideolojinin öncülüğünü yapan ve çağının ötesinde duran görüşleri ile ciddi anlamda etkiler yaratmıştır. Rousseau'nun egemenlik anlayışı üe ilgili düşüncelerinin irdelenmesine geçmeden önce, onun siyasal düşünüşünün odağını oluşturan temel görüşlerini ele alarak, sistemini hangi düşünce yapısı üzerine kurduğunu ve nasıl bir yöntem izlediğini görmeye çalışalım. Rousseau'nun siyasal düşünüşünü ördüğü yumaklardan biri, kendisini ilkin Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma adlı eserinde ortaya koyan uygarlığa tepkidir. Rousseau'ya göre, bilimler ve sanatlar insanları bağlayan zincirleri çiçeklerle örter, özgür yaşamak için doğmuş görünen insanların damarlarında taşıdıkları özgürlük duygusunu söndürür, onlara kölelik yaşamını sevdirir; onları uygar toplumlar dediğimiz kitleler haline sokar. Ona göre, bilimlerin ve sanatların gelişmesi ve ilerlemesi insan ruhunu bozmuştur. Bu bozulmanın başlangıcı yeryüzü kadar eskidir. Rousseau, bilimin ve sanatların gelişmesi ve ilerlemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan uygarlık anlayışına tepkilidir. Çünkü, bütün bu gelişmeler insanları doğa durumundan uzaklaştırmıştır. Rousseau'ya göre ilkel toplum, insanın insanı sömürmediği, lüksün ve eşitsizliğin insanın ahlâkını bozmadığı bir özgürlük ve eşitlik toplumudur. Rousseau'nun tasarladığı bu ilkel topluluk modeli, onun uygar toplumu eleştirmesinde ve uygar toplumda yapılacak reformlara ilişkin düşüncelerini oluşturmasında yardımcı olmuştur. Rousseau uygar toplumu, insanın iyi doğasının bozulup, erdemin yok olduğu, özgürlüğün yerini tutsaklığın aldığı bir toplum olarak görür. Bu bağlamda şöyle bir soru sorulabilir: Acaba Rousseau, insanların ilkel topluma dönerek uygarlığın hastalıklarından ve kötülüklerinden kurtulabileceklerini mi düşünüyordu ya da böyle bir öngörüsü mü vardı? Alâeddin Şenel'e göre, Rousseau'nun siyasal düşünüşünün tümü göz önüne alındığında, bu görüşe katılmak olanaksızdır. Ona göre doğru yorum, Rousseau'nun "uygar toplum içinde, ilkel topluluğun erdemlerine yemden kavuşmanın yollarım aradığı, ilkel topluluğun erdemleriyle uygar toplumun yararlarım bir araya getirecek bir düzeni araştırdığındır. Rousseau, insanları yaratılışları gereği sosyal varlıklar olarak görmez. Sosyal varlıklar olmayan insanlar bu anlamda bir toplum meydana getirememişler ve böylece bütünüyle başıboş olarak sürüler halinde yaşamışlardı. Bu durumda insan özgür, mutlu ve her türlü baskıdan uzak bir hayat yaşıyor, herkes, mevcut her şey üzerinde sınırsız haklara sahip bulunuyordu. Böyle bir ortamda, iyi-kötü, haklılık-haksızlık, eşitlik-eşitsizlik ve mülkiyet gibi kavramlar gelişmemişti, dolayısıyla insanlar her bakımdan birbirleriyle eşit durumdaydılar. Onun anlayışında böyle bir yaşama biçimi, doğal yaşama biçimiydi ve bu açıdan dolayı bu dönem, insanların altın çağı olarak adlandırılabilir. Doğada kendi halinde yaşayan, toprağı işleyen, doğayla meşgul olan insanlarda zamanla (insanların zaman içerisinde yeni buluşlara imza atmaları ve değişen şartlar dolayısıyla) iyi-kötü, haklıhk-haksızlık, eşitlik-eşitsizlik ve mülkiyet gibi kavramların varlığı gelişmeye başladı. İşte bu zamana kadar özgür, mutlu ve eşit olan, mülkiyet kaygısı olmayan "doğa insanı", bu andan itibaren "uygar insan", "uygar toplum" insanı haline geldi. Yani mutluluk sona erdi, özgürlük ve eşitlik kalmadı. Mülkiyet ve çıkar hırsı ile hareket eden uygar toplum insanı; baskının, terörün, gasp, yağma ve istismarın hüküm sürdüğü korkunç bir felakete sürüklendi4. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserinde Rousseau, uzun ve ayrıntılı bir biçimde doğa durumunu anlatır. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, doğayla içice yaşayan ve herhangi bir kaygısı olmayan insanın, uygarlıkla tanışmasıyla gelen olumsuzluklara kendini kaptırması, bir anlamda iyiliğin bitişi, kötülüklerin başlangıcı olmuştur. Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip "bu, bana aittir!" diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu diyerek doğa durumundan uygar topluma geçişin nasıl meydana geldiğini anlatmaya çalışan Rousseau, doğa durumundan uygar topluma geçiş hakkında birbirinden farklı iki görüş öne sürer. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserinde Rousseau, uygarlığın, eşitsizliğin kötülüklerinden söz eder ve uygar topluma mülkiyetin ve uygarlığın doğa durumu eşitliğini bozmasıyla geçildiğini söyler. Toplum Sözleşmesi adlı eserinde ise, bu geçişin bir sözleşme ile olduğu düşüncesindedir. "Birincisinde geçiş çok kötü, ikincisinde ise hiç de kötü olmayan bir adımdır. Rousseau, iki ayrı kitabında savunduğu iki ayrı ana düşünceye göre bu ana düşüncelerini destekleyecek iki ayrı geçiş çizmiştir. Bu iki geçiş birbirleriyle tutarlı görünmezler. Aralarındaki farklıhk ancak, birincisinin "tarihsel" durumu, ikincisinin "kuramsal" bir sorunu açıklamak için çizilmiş olabileceği söylenerek açıklanabilir." Rousseau'ya göre, mülkiyet kurumunu ortaya çıkaran insan zihniyeti aynı zamanda, insanlık tarihini kana bulayan, hırsızlıkların, gasp ve cinayetlerin, savaşların ve felaketlerin de ortaya çıkmasına kaynaklık etmiştir. Bu bağlamda, insanların mülkiyet kurumunu ortaya çıkarması ve bu düşüncenin giderek toplumun bütün kesimlerini, sonuçları ve yapısı bakımından olağanüstü etkilemesi bir anlamda Rousseau'yu farklı bir arayışa yöneltmiştir. Bu anlayış onun geliştirdiği siyasal kuramına da kaynaklık etmiştir denilebilir. Mülkiyet kurumunun varlığıyla temeli atılan uygar toplum Rousseau'ya göre, içerisinde derin bir eşitsizliği sadece barındıran bir toplum değil, aynı zamanda bunu besleyen ve talep eden bir toplumdur ve böyle bir yapı insanlar arasındaki bozulma ve sefaleti giderek arttırmaktadır. Ayrıca, bir grup güçlü ve nüfuzlu insanın başkalarını egemenlikleri altına almalarıyla da, insanlar arasında efendi-köle ilişkileri doğmuştur. Bu ilişki, uygar topluma geçişin en belirgin ve en temel göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Efendi-köle ilişkisini zorunlu kılan ve Rousseau tarafından böyle bir ilişkinin varlığına neden olarak görülen uygar toplum, zaafları olan ve olumsuz bir çok yapılanmayı içerisinde barındıran bir toplum olmasının yanında belki de en çok karşı çıkılan yönü de, birçok olumsuzluğu olumlayarak yarattığı yeni toplum modeli anlayışıyla kendini kabul ettirme çabasıdır. Her ne kadar doğa durumu ve buradaki erdemlerin savunuculuğunu da yapsa Rousseau, artık geriye dönüşün, yani doğa durumuna dönüşün (bazılarına göre ilkel topluma geri dönüşün) mümkün olmadığı düşüncesindedir. O halde yapılması gereken, insanları sürüklendikleri bu çıkmazdan kurtarmak ve yeni bir yaşam biçimi geliştirmektir. Rousseau, insanların bu çıkmazdan ve sefaletten bir sözleşme aracılığı ile kurtulabileceklerine inanır. Ona göre, bu sözleşme öyle bir sözleşme olmalı ki, her birey diğerleriyle birleşecek, bu ortak güçle her bireyin can ve mal güvenliği sağlanacak ve herkes diğerleriyle birleştiği halde sadece kendi iradesine saygı gösterecek ve eskiden ne kadar özgürse yine öyle özgür kalacaktır. Rousseau, "insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kimse kendini baskalannın efendisi sanır ama, böyle sanması, onlardan daha da köle olmasına engel değildir" şeklindeki ifadeleriyle başlayan Toplum Sözleşmesi adlı eserinde, insanların doğa durumundan uygar topluma geçiş sürecini ve bu süreçte etkin olan düşünce modelinin bir çerçevesini çizmektedir. "Rousseau bununla, özgürlüklerin ve eşitliklerin kaynağının doğa durumunda olduğunu, ancak eşitliğin ve özgürlüğün uygar toplumda da sürmesi gerektiğini göstermek istemiştir". Doğa durumundan uygar topluma geçişin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve özellikle mülk edinme noktasında oluşabilecek kavgaların önlenmesi ve en azından insanların doğa durumundaki erdemlerinin (özgürlük, eşitlik, hak vb. gibi) uygar toplumda da yaşatılabilmesi için yapmış oldukları sözleşme, her bireyin hakkım toplumsal yaşamda da korumak için yapılmış bir sözleşme niteliğindedir. Bu sözleşmenin ana unsurunu, tek tek bireylerin haklamun korunması ve güvence altına alınması oluşturmaktadır. Bu sözleşmenin nihai hedefi, insanlar arasındaki kavga durumunu ortadan kaldırmak ve kaba kuvvete dayanmayan yaşanabilir bir toplum düzeni oluşturmaktır. İşte tam bu noktada ortaya çıkan ve sözleşmenin dayandığı en temel unsurlardan birisi olan egemenlik kavramı, Rousseau'nun siyasal düşünüşünün de en temel kavramıdır. Egemenliğin kime ait olduğu ve nasıl kullanılacağı noktasında çok önemli tespitler yapan Rousseau, bu görüşleriyle siyasi tarihteki yerini almıştır. Rousseau, egemenliğin sahibi olarak halkı görmektedir. Ona göre, egemenliğin kaynağı ve sahibi halktır. Yani egemenlik, bir tek zümrenin ya da bir tek kişinin tekelinde değildir. Egemenlik, bütünüyle halka aittir. Egemenliğin kullanılması noktasında, Rousseau'nun sisteminin en önemli yapı taşlarından birisi olarak karşımıza çıkan "genel irade" kavramının analizinin iyi yapılması gerektiği düşüncesindeyiz. Rousseau'ya göre, bireysel çıkarlar ile toplumsal çıkarları birbiriyle bağdaştırmak için devreye "genel irade" kavramı girmelidir. Ona göre, "toplumu oluşturacak, bütün insanların kendilerini hem öteki insanlara bağlamalarını, hem de kendilerine itaat ediyor olmalarını ve eskisi kadar özgür kalabilmelerini sağlayacak durum, herkesin bütün haklarını bir "genel irade" ye devretmesiyle yaratılır". Herkesin haklarını birer birer devretmesiyle ortaya, toplumu yönetecek olan "genel irade" denen ortak bir güç çıkmaktadır. Rousseau açısından bakıldığında, genel irade her zaman doğrudur ve kamusal yararlara yöneliktir. Hemen şunu belirtelim ki, Rousseau da, iradeyi genel yapan oyların sayısından çok, onları birleştiren ortak yarardır. Çünkü, bu sistemde herkes, başkalarına kabul ettirdiği koşullara ister istemez kendisi de boyun eğer. Rousseau'ya göre bu, çıkarla adaletin uyuşmasının güzel bir örneğidir ve ortak görüşmelere hak duygusu katar. Toplumsal sözleşme, insanlar arasında öyle bir eşitlik kurar ki, herkes aynı koşullar altında verdiği sözlere bağlanır ve aynı haklardan yararlanır. "Böylece, sözleşmenin özü gereğince, her türlü egemenlik işlemi, yani genel istemin her türlü işlemi yurttaşları eşit olarak bağlar ya da kayırır; öyle ki, egemen varlık yalnız ulusun bütününü tanır ve onu oluşturanlar arasında hiçbir ayrılık gözetmez". Rousseau'ya göre, toplumsal sözleşme ile devleti meydana getiren bireyler, bütün doğal hak ve özgürlüklerinden topluluk lehine feragat etmektedirler. Ancak bundan sonra, yani devletin ortaya çıkmasından sonra bireyler garanti altına alınmış medeni haklar elde etmektedirler. Böylece, bireyler artık devlet içinde, onun garantisi altında hak ve özgürlüklere sahip olmuş olmaktadırlar. Bireylerin eskiden olduğu gibi özgür kalması toplumsal sözleşme gereğidir. Bu sözleşmenin garantisi, bireylerin haklarım isteyerek devrettiği ve onların korunmasını sağlamakla yükümlü gördüğü devlettir. Rousseau'ya göre, bizim her birimiz, birey olarak kendini ortaklaşmaya ve bütün gücünü de genel iradenin en üstün yönetimine koymaktadır. Böylelikle her bir birey, bütünün bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. O, bu düşüncesiyle, "sırasıyla bireyi bir "kişi" olarak ele almakta, onun bu "kişi" varlığını "ortaklaşma"ya, yani paylaşıma sunmakta ve onun sahip olduğu her tür "gücü" de "genel istencin en üstün, en yüce yönetimine" hizmette kullanmasını istemektedir. Çünkü amaç, bir toplumsal "bütün" yaratmak, onun "ayrılmaz parçası olarak" da "üye"lerini göstermektedir. Bu üyelerin bir araya gelmeleri, güçlerini bir araya getirmeleri sonucu "genel istenç" ve onun "yönetimi" ortaya çıkacaktır"'. Rousseau'daki genel irade, özellikle bir ortaklık eylemini gerçekleştirmekten başka bir şey değildir. O, Toplumsal Sözleşme adlı eserinde, bir ortaklık yaratmakta, yarattığı bu ortaklık toplum olmakta ve ortaklığın her bir ortağı da toplumun üyesi olan yurttaş olmaktadır. Ancak Hegel, Rousseau'nun bu tespitine karşı çıkmaktadır. Hegel'e göre, devletle yurttaş arasında bir anlaşma yapılması kesinlikle mümkün değildir ve devlet asla bir "ortaklık edimi" olarak kabul edilmeyecektir. Hegel, Rousseau'nun "genel irade" kavramından oldukça etkilenmiş ve bunu yepyeni bir düşünce olarak görmüştür. Buna rağmen, onun sözleşme kavramını da aynı oranda eleştirmiştir. "Rousseau,
halkı bir somut gerçeklik olarak düşünmekte, bir tek onu, yine onu meydana getiren, onun yaşamım ortaya çıkaran bütün herkesin istencini kapsama ve temsil etmede muktedir görmektedir". Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz: Sözleşme aracılığı ile devletle yurttaş arasında ortaya çıkan ilişki, yani her bir ortağın devletle angajmanında ve vaadinde, aynı anda hem ortaklık eylemini hem de yurttaşın özgürlüğünü belirleyen çift yönlü
bir ilişkinin varlığı söz konusudur. Rousseau'nun toplumsal sözleşmesinin odağını oluşturan egemenlik kavramı, Rousseau bağlamında ancak eşitlik ve eşitsizlik kavramlarının açılımının yapılması ve anlamlı hale getirilmesiyle anlaşılabilir. Ona göre eşitlik, "sözde yasal bir kurgu değildir. Eşitsizlikte, başkalarının katlanabileceği bir şey değildir"'. O, bütün kusurlarımızın eşitsizlikten kaynaklandığını söyler. Bu bağlamda da, etik dünyanın bütünüyle yeni bir bakış açısıyla ele alınması gerektiğini ifade eder. Bu, toplumun çoğunluğu tarafında da böyle görülmektedir'. Rousseau, eşitliğe dayalı sosyal bir düzen kurma isteğinden hiçbir şekilde çekinmemiştir. Yaşamı boyunca bu amaca dönük çalışmalar ve eylemler sergileyen Rousseau, ortaya koymuş olduğu toplum sözleşmesi modeliyle de, insan özgürlüğünün garanti altına alınması yolunda ufuk açmıştır.

1 yorum:

Bize Desteğinizi Yorum Yazarak İletebilirsiniz